Muammer Çelik

Yanlışları ile doğruları ile bir fani :-)

Muammer Çelik

Yanlışları ile doğruları ile bir fani :-)

Ortahisar, 23 Haziran 2006

Mezhepsel sorunlarımıza amatörce bakış…

Günümüz insanı karşısındakini anlamaya çalışmak yerine maalesef suçlamayı tercih ediyor… Hele ülkemiz insanı çok mahir bu konuda…
Eğer dertler, sorunlar paylaşılırsa, çözüm önerileri üzerinde sohbet edilebilir ise güzel sonuçlara ulaşılır…
Ülkenin sorunlarını konuşmayan, konuşmadan kaçan, konuşulmasına müsade etmeyen insan aslında bölücüdür… Konuşa konuşa ülke için en güzel fikirler üretilebilir, sorunlar daha kolay çözülebilir…
Gerçeklerden kaçılmaz ki…
Fikrini söyleyemeyen insanı ve karşıdaki fikri dinlemeye cesaret edemeyen/katlanamayan insanları nasıl adlandırmalı…
Biz zor dönemleri yaşadık nesil olarak. SAĞ-SOL kavgalarını yaşayan bir nesiliz. Atalarımız da başka sorunlu ortamları yaşamışar; mesela yüzyıllardır mezhepçiliği yaşamışlar, Alevi – Sünni ayrımlarına kafa yormuşlar…
Nasıl bugün Türkiye’de patron ırk olarak Türkleri gören insanlar var ise, geçmişte de patron mezhep olarak sünniliği görenler olmuş..
Önce Alevilik üzerine duralım. Bugün Anadolu Aleviliğinin bazı kollarının islamdan uzaklaşmasının nedeni kendisini sünniyiz diye islamın savunuculuğunu yaptıklarını sanan insanlardır…
Dinsel bakış açısı ile Ehlibeyt’e gönül verenleri, Ehlibeyt yolunda gidenleri dindışı sayarak en büyük günahı işlemişlerdir.
Bugün sünnilere sorunun kaynağı olan Muaviye’yi sahabi diye sevme hastalığ aşılanmış…
Hz. Ali efendimiz ile Muaviye arasında tarafsız kalmayı yeğliyor sünniler.
Hem Hz. Ali’yi hem de Muaviye’yi sevmek olmaz… Zalimi ve mazlumu aynı anda sevemezsiniz. Ya zalimden yanasınızdır, ya da mazlumdan yana… Ortası olmaz.
Hz. Ali ve Muaviye’den birisi iyi, diğeri kötü; birisi haklı, diğeri haksız… Ama hangisi? İkisini de haklı görmek bukalemunluk olur…
Zalim karşısında yerini alamayan insanlar ile konu sağlıklı konuşulmaz da…
Peygamberimizin amcasının oğlu, Damadı ve Peygamber tarafından da “benim soyum Ali’den sürecek” diye önemi apaçık belli olan Hz. Ali efendimizi ve Ehlibeytini seven insanlara tavır almanın vebali büyük olsa gerek…
Ümeyye Oğulları (Ebu Süfyan ve ailesi) islamı Mekkenin fethinden sonra zorunlu olarak kabul etmişlerdir. Daha sonra da uzun ve sinsi bir çalışmanın sonunda devleti ele geçirerek Mekke’nin fethinde yaşadıkları yenilgilerinin intikamını peygamberin soyundan almışlardır….
Muaviye denen zalim haydıt miladi 661 yılında hilafeti gasp eder etmez Cuma hutbelerinde “Ali’ye lanet olsun” diye iğrenç bir gelenek başlatmış ve bu iğrençlik miladi 717 yılında Halife Ömer bin Abdülaziz döneminde sonlandırılmıştır. Yine Ömer bin Abdülaziz dönemine kadar Hz. Ali efendimizin nesline, tüm ehlibeyte zulümler edilmiştir.
Kerbela şehitlerinin ve Hz. Hüseyin Efendilerimizin yaslarını halk tutmasın, onları unutsun diye Muaviyenin oğlu hınzır Yezid 10 Muharrem gününü Nuh tufanının sona erme günü diye sevinç ve kutlama günü ilan etmişlerdir… Bugün sünnilerde ve alevilerde 10 muharrem aşure günüdür… Sünilere sorarsanız neden aşure çorbası dağıtıyorsunuz diye; ya cevap alamazsınız ya da Nuh tufanı hikayesini duyarsınız… Çok az kişi de Kerbela şehitlerinden bahseder… Alevilerde ise tamamen kerbela şehitleri ile ilgilidir süregelen aşure geleneği…
Ortaasya Türkleri genelde İmamı Cafer içtihadına göre kabulenmişlerdir İslamı ve sürdürmüşlerdir bu Caferi öğretiyi… Selçuklu ve Osmanlı’nın ilk zamanlarında 4 Mezhep dayatması yoktur. Halifeliğin etkisi ile Selçuklu ve Osmanlı bürokrasisi hanefi içtihatlara göre amel etmiştir, ama halk çoğunlukla Caferi içtihatlara göre amel etmişter. Bu da hiçbir zaman sorun olmamıştır.
Ta ki Yavuz Sultan Selim zamanında halifeliğin Osmanlı’ya gelmesine kadar. Halifelikle birlikte pek çok mısırlı alim de gelmiştir İstanbul’a. Bunlar yönetimi etkilemiştir haliyle. Yaklaşık yüz yıl içerisinde bu alimlerin yetiştirdiği yeni alimler vasıtası ile Caferilik karşıtı radikal görüşler hakim olmuştur Osmanlıda.
2. Mahmut döneminde yeniçeri ocağının kaldırılması sonrası yapılan yanlış ilişkilendirme ile Bektaşi ocakları yasaklanmaya başlanmış. Bektaşi ocakların yasaklanması olayı Bektaşi ocakları bağlısı Alevilere tavır alınmasını sağlamış. Zamanla bu olay alevi düşmanlığına kadar gitmiştir…
Tekkeleri yasaklanan aleviler yazılı, kitabi bilgiden uzaklaştırılmış, sözlü bilgi vasıtası ile yöresel çeşitli gruplara ayrılmışlardır. Onun için bugün her yörede farklı bir alevilik algısı vardır.
Bu olaydan sonra Osmanlı devleti içerisinde Hristiyanlığın tüm mezheplerine, Museviliğin tüm mezheplerine saygı gösterilip onların inançlarını yaşama imkanları verilmesine rağmen, Caferi mezhebi dolayısı ile alevilik hor görülmeye başlanmıştır. Hatta alevi tekkelerine gidenler bin bir türlü ahlaksız iftiralara mazur kalmışlardır. ..
Bugün Anadolu Aleviliğinin bir kısmı, İslamdan uzaklaşmışsa, bunun sorumlusu kendilerini hakiki Müslüman sayan ve İslamı kendi tekellerinde gören Sünni anlayıştır…
Bunları konuşmak bizim gençliğimizde bölücülük olarak algılanırdı. Bunları konuşmanın bölücülükle bir alakası olamaz… Vatanı bölelim, vatanı parçalayalım diyen yok… Sadece yapılan bir haksızlık konuşuluyor… En azından bizden sonraki nesiller daha sağlıklı ortamlarda yaşayabilsinler…
Bölücülük konusunda devamlı şunu savundum, ve savunuyorum:
Irki, dini veya mezhepsel üstünlük ve baskı kurmaya çalışmak bölücülük olur.
Her zaman savunduğum felsefe: Kimse doğacağı coğrafyayı seçemiyor…. Bir coğrafyada doğuyor, ve o coğrafyaya göre, Türk, Kürt, Arap, Acem, Yunan, Rum, Ermeni, İtalyan, Alman, İngiliz, Fransız diye adlandırılıyorlar…. 
Sonra kimse kendi inancını da belirlemiyor: Anne baba hangi dinden ise, Müslüman, Hristiyan, Musevi, Budist, vs. çocuk da genelde o doğrultuda eğitiliyor, ve değer yargıları oturuyor….
Mezhepler de öyle. Aile sünni ise çocuklar da sünni, aile alevi ise çocuklar da alevi… Geleneksel kültürel bir kabulleniş… Aslında sormak lazım: Acaba kaç sünni veya alevi Hz. Ali efendimizi ve Ehlibeyti tanıyor. Ne kadar sünni veya alevi ait olduğunu hissettikleri değerlerin özünü biliyorlar… Önce bunları öğrenelim…
——–
Saygılar, Selamlar
Muammer Çelik
Ortahisar, 23 Haziran 2006